KUR’AN’DA İTAB ÂYETLERİ ÇERÇEVESİNDE
HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)’E YAPILAN UYARILAR

Serikcan KENDEBAY*

*Marmara Üniversitesi, İlhahiyat Fakültesi, Yükseklisans öğrencisi, MAMER Akademik Kurul Üyesi

Özet
Tarih boyunca Allah Teâlâ, doğru yola ulaşmaları için insanlara peygamber göndermiş ve onları hak dini tebliğ için görevlendirmiştir. İsmet/günahsızlık sıfatına sahip olan peygamberler, her zaman günahlardan uzak durmuşlardır. Peygamberler, insan olmaları nedeniyle bazı hatalar yapabilmişler, bu hataları nedeniyle Yüce Allah tarafından ikaz edilmişlerdir. Bu ikazlar, Kur’an-ı Kerim’de İtab Âyetleri olarak bilinmektedir.
Biz bu çalışmamızda İtab Âyetlerini inceleyerek konu ile ilgili bazı hususları dile getirerek, bu saha ile ilgilenenlerin yapacağı hatalı yorumlara fırsat vermemeyi, yanlış anlamaların önüne geçmeyi amaçladık.
Peygamberimiz(sav.) ve Peygamberlerin yaşamlarından ibret almayı, hayatımızı ve görüşlerimizi bu düsturda düzenlemeyi cümlemize nasip eylesin.

Rabbim(c.c.) oluşan ve oluşacak hatalardan muhafaza eylesin.

Abstract
God, throughout the history, sent Prophets in order to make them guidance for people to the straight way and to keep people away from mistakes. The Prophets avoided doing sins as they were models for people. Because of the fact that they were mortal, sometimes, they couldn’t avoid making mistakes and were condemned for that. These incidents are known as ‘itab’ verses and they are situated in the Quran.
In this work, we have examined some of the issues related to the subject by examining the verses of İbab and aimed not to give an opportunity to misinterpretations of those who are interested in this field and to prevent misunderstandings.

Our Prophet (Sav.) and the Prophets have been encouraged to take notice of their lives and to organize our lives and opinions on this motto.

My God (c.c.) Is formed and kept from the wrongs to be formed.
Anahtar Kelimeler: Kur’an, Peygamber, Eleştiri, Âyet, Abdullah İbn Ümmü Mektûm, Bedir Esirleri, Tahrim olayı.
Keywords: Qur’an, Prophet, Criticism, Verse, Abdullah Ibn Ummu Mektum Bedir Prisoners, Tahrim event.

Giriş

Tarihî süreç içerisinde Allah, insanları sırat-ı müstakime ulaştırmak amacıyla peygamberler göndermiştir. Bunlar, gerek getirdikleri mesajlarla ve gerekse de yaşam tarzlarıyla içinde bulundukları topluma model insan davranışlarını sunarak pek çok kişinin takdirini kazanmışlardır.
Peygamberler, gerek sözlerinde ve gerek fiillerinde kendilerini lekeleyecek, değerlerini düşürecek hatalardan korunmuşlardır. Mesela; peygamberler, peygamberliklerinden önce de ve sonra en büyük günah olan Allah’a şirk koşmaktan korunmuşlardır.

Peygamberlik halkasının son zincirini oluşturan Hz. Peygamber (s.a.v.) hem vahye muhatap olması, hem de insan olması hasebiyle söz, fiil ve takrirleriyle önemli bir konuma sahiptir. Hz. Peygamber (s.a.v)’den sadır olan eylemler Müslümanları yakından ilgilendirmektedir. Hakkında ilahî hüküm bulunan herhangi bir konuda hem O’nun, hem de Müslümanların ona uymaktan başka tercih hakları bulunmamaktadır. Ancak ilahî hüküm dışında kalan konularda ise Hz. Peygamber, en doğruya ulaşmak için bazen kendi fikrini tercih etmekte, bazen de sahabenin fikrine göre hareket etmektedir.

Bu makalemizde, Hz. Peygamber’in Kur’an-ı Kerim’de Allah tarafından nasıl ikaz edildiğini “itab/uyarı âyetleri” çerçevesinde ele alıp inceleyeceğiz.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’e Yapılan İtablar

Allah tarafından kavimleri içinden seçilmiş ve nübüvvetle vazifelendirilmiş olan diğer peygamberler, beşer olmaları sebebiyle nasıl hata yapmışlar ve haklarında itab vaki olmuşsa, bütün insanlığa ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hz. Muhammed de yanılmış ve bazı küçük hatalı davranışlarda bulunmuştur. Kur’an’a göre bu, son derece tabiidir.

İleride vereceğimiz örnekler söz konusu edilecek ve uyarılmaya konu olan hatalar, dinin aslı ve özüyle ilgili değildir. Aynı zamanda dinin beyanıyla ilgili olmayıp Hz. Peygamber’in uygulamalarında söz konusu olan bazı davranışlarıyla ilgilidir. Uyarılmayı gerektiren fiiller günah olan fiiller olmayıp daha güzel ve daha efdal olanın hilafına cereyan eden ictihad örnekleri olarak ortaya çıkar. Aynı zamanda bu âyetler sünnetin vahiyle olan ilişkisi konusunda bir ayırımın yapılmasına yardımcı olmuştur. Dolayısıyla sünnetin tamamı vahiy mahsulü değildir ve bir kısmı bağlayıcı olmaktan uzaktır. İtab âyetlerinden çıkaracağımız bir başka önemli husus; Hz. Peygamber’in mutlak manada gaybı bilmemesidir. Eğer o, gaybı bilmiş olsaydı uyarılmayı gerektirecek hareketleri yapmayacak ve bu tür uyarıların hiçbirisine muhatap olmayacaktı. Hz. Peygamber ancak Allah’ın kendisine bildirdiği kadarını bilme imkanına sahiptir.

Resûlullah’ın Allah tarafından itaba tâbi tutulması hususunda üç esası göz önünde bulundurmak gerekir:

1-Resûlullah’ın itaba sebep olan zellesi açık olan ilahi bir emre muhalefet etmek veya çirkin fiillerden birini işlemek gibi fasık insanların işledikleri hatalar cinsinden değildir. O’nun işlediği zelle, açık nassın olmadığı hususlarda olmuştur. O, açık nass olmayan bazı meselelerde içtihat etmiş yani iyice düşünmüş ve bütün gayretini sarfetmiştir. Fakat bütün bunlara rağmen en iyi olmayanı yapmıştır.

2-Allah hiçbir zaman Resûlünün zelle üzere devam etmesini dilememiştir. Çünkü Allah, bütün söylediklerinde ve yaptıklarında Resûlullah’a uymayı emretmiştir. Şâyet Allah Resûlullah’ın zelle üzere devam etmesini dileseydi, bu dileme zımnen yanlışın doğruya ve hakkın batıla eşit olduğunu ikrar olurdu. Neticede insanlar içinden çıkılmaz bir karışıklık meydana gelirdi. Allah, Resûlüne doğru olanı açıklar. Ancak bazen bu açıklama ile birlikte O’nu (s.a.v.) cezalandırmak değil de onu yöneltmek ve kemale erdirmek gayesiyle kendisine uyarıda bulunmuştur.

3-Resûlullah (s.a.v.) hiçbir aşağılık duygusuna kapılmadan Rabbinin kendisine yönelttiği itabı ihtiva eden ilahî vahyi almış ve gizlememiştir.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’e yöneltilen itablar sert ve yumuşak olmak üzere iki çeşittir. Bunları misallerle açıklayalım:

1. Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisine gelip izin talebinde bulunan ve mazeretlerini beyan eden bazı münafıklara Tebük Gazvesine katılmamaları hususunda izin verdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) özür sahiplerinin özürlerini kabul etmiyor imajını vermemek için onların bu özürlerini kabul etti. Fakat Allah ona itabta bulundu, tam bir araştırma yapmasını emretti ve bu gibi durumlarda zahiri hallere aldanmaması gerektiğine işaret etti. Zira bu zahir ahval gerisinde gayelerin en sefili bulunmaktaydı. Alemlerin Rabbinden Resulullah’a hitap tarzında gelen ve af ile başlayan bu itabın hafif bir itab olduğu açıktır.

2. “Yeryüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah Güçlü’dür, Hakim’dir.” (8/Enfâl 67-69) Bu âyetteki itab öncekine nazaran daha sert bir üsluba sahiptir.

Uveyd b. Iyad el-Mutrafî, itab âyetlerini incelediği çalışmasında bu âyetleri üç gruba ayırmıştır:

1. İtabu’t tevcîh: Bu gruptaki itablar, genellikle Hz. Peygamber’in risalet görevini yaparken, müşriklere karşı dirençli, sabırlı ve dayanıklı olmasını ihtiva eden talimat ve direktifleri içermektedir.

2. İtabu’t tenbih: Bu itablar ise Hz. Peygamber’e öğüt niteliğinde olup işlemiş olduğu herhangi bir hatasına dikkat çekilmiş ve bu hatayı tekrar işlememesine yönelik ikazlardır.

3. İtabu’t tahzir: Bunlar ise bir mesele hakkında daha işin başındayken, o işin neticesi hakkında peygamberi uyarmayı hedeflemektedir.

Kesler’e göre Peygamber (s.a.v.)’e yöneltilen hitaplar içerisinde en çok dikkat çekenler, içeriklerinde ilahi’ birer ikaz taşıyanlardır. Bu ikazlar bazen sadece Allah Resulü’ne bazen de hem ona hem de onun şahsında bütün
müminlere yöneltilmiştir. Onun tasnifi ise şöyledir:

1- Hz. Peygamber’in Şahsına Yönelik İkazlar

a- Fiilden önce ikaz (6/En’âm 52, 33/Ahzab 11, 9/Tevbe 113, 84)
b- Fiilin tekrarını önlemeye yönelik ikaz: (8/Abese 1-12, 9/Tevbe 43)

2- Hz. Peygamber’e ve O’nun şahsında inananlara yönelik ikazlar (8/Enfâl 67, 4/Nisâ 105)

1. Ümmü Mektum Olayı
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün Kureyş eşrafından bazılarını İslama davet etmekle meşgul iken, Abdullah ibni Ümmi Mektum adındaki sahabe huzuruna geliyor. Abdullah âmâ bir şahıs idi. O Resûlullah’ın hidâyete ermeleri konusunda son derece istekli olduğu bu Kureyş eşrafının Hz. Peygamber’in yanında olduklarından ve Hz. Peygamber’in onlarla meşgul bulunduğundan haberdar değildi. Hz. Peygamber’in gayesi, bu Kureyş eşrafının İslam’a girmelerini sağlamak ve bunlar vasıtasıyla Araplardan birçoğunun İslam’la müşerref olmalarını temin etmekti. Resûlullah, Kureyş’in ileri gelenleriyle beraber oturmuş, onlara İslam’ı anlatıyordu. Ve onların Müslüman olmalarını çok arzu ediyordu. İşte tam bu sırada içeriye Abdullah b. Ümmü Mektum ismindeki âmâ şahıs girerek, Hz. Peygambere bazı sorular sordu. Resûlullah o sırada diğerleriyle meşgul oluyordu. Sözünün kesilmesini istemediğinden, aynı zamanda zaten Müslüman olan bu şahsa karşı, yüzünü çevirerek ona cevap vermedi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) kendini İslam’a davet ettiği müşrik ve kaba bir toplulukla, mütevazı, müslüman ve kendisinden daha fazla ilim ve irfan talebinde bulunan bir şahıs arasında buldu ve bu Kureyş eşrafının ileri gelenlerine yönelmeyi tercih etti. Ve Abdullah ibni Ümmi Mektum’a yüzünü ekşitti. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu davranışı Ümmi Mektum’a hakaretten ve halini beğenmemekten dolayı değildi. Aksine bu davranış Kureyş eşrafının hidâyete ermeleri hususunda beslediği şiddetli arzudan kaynaklanıyordu. Zira Resûlullah (s.a.v.) onları İslam’a davet için müsait bir ortam bulmuştu. Dolayısıyla bu fırsatı kaçırmak istemiyordu. Bu sırada şu âyet nazil oldu: “Yanına kör bir kimse geldi diye (Peygamber) yüzünü asıp çevirdi. Ne bilirsin, belki de o arınacak; Yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti. Ama sen, kendisini öğütten müstağni gören kimseyi karşına alıp ilgileniyorsun. Arınmak istememesinden sana ne? Sen, Allah’tan korkup sana koşarak gelen kimseye aldırmıyorsun. Dikkat et; bu Kur’an bir öğüttür. Dileyen onu öğüt kabul eder.” (80\Abese 1-12)
Onun hakkında bu âyetler inince Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisine ikramda bulundu, onunla konuştu, “İhtiyacın var mı? Bir şey istiyor musun?” dedi. Onun yanından ayrılırken de tekrar: “Bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. Peygamberimizin, daha sonra zaman zaman Abdullah’ı gördüğünde “Kendisinden dolayı Rabbimin beni azarladığı şahsa merhaba!” diyerek ona iltifatta bulunduğu rivâyet edilmektedir. Buna benzer iltifatlarının yanında, iki kez gazaya çıktığında yerine Medine’de kalanlara namaz kıldırmak üzere Abdullah’ı görevlendirdiği de rivâyet edilmiştir.
Âyette Hz. Peygamber uyarıldığı gibi aynı zamanda âmâ olan Abdullah b. Mektum da gözü gören kimselere nasip olmayacak bir şerefle taltif edilmiştir.
Razî’ye göre Resûlullah’ın bu davranışı yanlış değildi. Her makamın bir edep ve kuralı vardır. Dolayısıyla Allah’ın huzurunda, herhangi bir varlığın huzurunda duruluyormuş gibi durulmaz. Aynı şekilde Onun elçisinin yanında da belli kurallar, yine Kur’an tarafından belirtilmiştir. Ne zaman yanıma girileceği, yanında ne kadar oturulacağı, (33\Ahzab 53 ) ses tonunun nasıl ayarlanacağı (49\Hucurat 2-4 ) gibi hususlar bunlardandır. Bu olayda cereyan eden davranışta, bir yönüyle bazı kuralların aşıldığı da açıktır. Böyle bir durumda Hz. Peygamber’in, daha önemli bir işle meşgul iken, tali sayılabilecek bir konuma çekilmesi elbette normal değildir. Ve o da pek tabiî olarak ikinci derecedeki bir işi bırakmış, en önemliye yönelmiştir.
Fahreddin Razî’ye göre böyle olmakla birlikte, Hz. Muhammed’e (as), ashabını eğitme hususunda izin verilmişti. Ancak ne var ki burada, bu hareket, zenginlerin fakirlere tercih edildiği zannını uyandırıp, bu da dünyanın dine tercih edilmesi vehmini doğurunca, işte bundan ötürü böyle bir kınama varid olmuştur. Bu şu mesajı veriyordu: “Ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar İslam’dan yüz çevirenlerden yüz çevirmek gerekir. Ve halleri ne kadar düşük olursa olsun, İslam’a yönelenlere yönelmek lazımdır.”
Geçen asrın etkili müfessirlerinden Muhammed Abduh bu âyetlerin tefsirine göre Allah, Nebisine itab şeklinde bazı hatırlatmalarda bulunmuştur. Bu âmâ’nın zayıflığı ve fakirliği sebebiyle sözüne çirkinlik atfedilmesi ve ondan yüz çevirilmesi doğru değildir. Onun kalbi diri ve gönlü parlaktır. Hikmeti işitince onu anlar. Onunla günah kirlerini temizler ve nefsini vesveseden arındırır. Fakat bu zenginlere ve güç sahiplerine gelince onların çoğu kafir ve sefihtir. Dolayısıyla, kendilerinden ümit edilen işi yapmaları ve onlara başkalarının da tâbi olacakları hususundaki mücerret bir arzu ile onlara yönelmen ve onlarla ilgilenmen gerekmez. Sanki Allah şöyle diyor: ey nebi! Yöneldiğin zaman parlak akıl ve temiz kalp sahibi olanlara yönel. Onlardan yüz çevirerek makam ve mevki sahiplerine yönelmekten sakın.

2. Bedir Esirlerine Yapılan Muamele
Müşriklerle Müslümanlar arasında cereyan eden Bedir savaşında, Müslümanlar galip gelmişler ve onlardan esirler almışlardı. Müslümanlar ilk defa böyle bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Bununla ilgili olarak vahiy de gelmediğinden, ne yapılacağı durumu kesinlik kazanmamıştı. İslam’dan evvelki Arap Yarımadası’nda harp esirlerine müteallik hususi ve muayyen bir muameletarzı yoktu. Bazen öldürülürler, bazen köle haline getirilirler (bilhassa hanım ve çocuklar), bazen fidye-i necat alınarak, bazen de hiçbir karşılık alınmaksızın serbest bırakılır ve nihâyet bazen de karşı tarafın elindebulunan esirlere karşılık mübadele edilirlerdi.
İşte böyle bir ortamda Hz. Peygamber, durumu neticeye bağlamak için istişareye başvurdu. Önce Hz. Ebû Bekir’e fikrini sordu. Ondan şu cevabı aldı: “Ya Resûlullah! Bunlar senin kavmin, kabilen ve senin milletindir. Gerçi sana ve Müslümanlara etmedik kötülük bırakmadılar. Fakat sen, af yolunu tutar ve bunları affeder, boyunlarını vurmaz ve bunları serbest bırakırsan, gönüllerini kazanır ve bunların hidâyete ermesine vesile olursun. Benim kanaatim, bunların affedilmesi yönündedir.” Daha sonra da Hz. Ömer’e fikrini sordu. O da: “Ya Resûlullah! Şu anda elimizdeki esirler, Mekke’nin ileri gelenleridir. Bunlar öldürülürse, bir daha küfür belini doğrultup bizim karşımıza çıkamaz. Dolayısıyla bunların öldürülmesi gerekir. Hatta her müslümana, kendi yakınını ver, onu bizzat o öldürsün. Akil’i Ali öldürsün, Abdurrahman’ı, babası Ebû Bekir öldürsün, falan akrabamı da bana teslim et, onu da ben öldüreyim” demiştir. (Müslim, Cihâd 58;Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/31-32)
Onların bu düşüncelerine karşı Hz. Peygamber: “Ya Ebû Bekir! Sen aynen atam Hz. İbrahim’e benziyorsun. Nasıl ki, kavmi ona her türlü kötülüğü yapmış, hattâ onu ateşe atmıştı. Halbuki o ellerini kaldırıp Rabb’ine şöyle dua etmişti: “Rabbim! Kim bana tabi olur uyarsa bendendir. Kim de bana isyan eder yüz çevirirse, (ne diyeyim) Sen Gafur ve Rahim’sin” (14\İbrahim 36) Ve yine sen İsa’ya benziyorsun. Kavmi ona her türlü eza ve cefayı reva gördü. Halbuki onun duası da şuydu: “Rabb’im! Eğer onlara azap edersen, onlar Senin kulların. Eğer affedersen, Aziz Sensin, Hakim Sensin.” (5\Maide 118) “Ya Ömer! Sen de Nuh gibisin ki, o şöyle demişti: “Rabb’im! Yeryüzünde bir tek kafir dahi bırakma.” (71\Nuh 26) Ve sen aynı zamanda Musa gibisin ki, o da şöyle demişti: “Rabb’imiz! (Firavun ve taraftarlarının) mallarını yok et, kalplerini sık; çünkü onlar, can yakıcı azabı görmedikçe inanmazlar” (10\Yunus 88) buyurmuştur.

Neticede Hz. Peygamber af yolunu tutmuş ve Hz. Ebû Bekir’in düşüncesi istikametinde karar vermişti. Hz. Peygamber’in bu görüşü benimsemesinin şu sebepleri vardı:

1-Bu esirlerin müslüman olmalarını ummak,

2-Müslümanların ferdi ve umumi işlerinde bu fidyeden istifade etmeleri keyfiyeti. Fakat hemen sonra yukarıda zikredilen âyet-i kerimeler nazil oldu.
Sonrasını Hz. Ömer şöyle anlatmaktadır: “Karar verildi. Ben bir iş için oradan ayrılmıştım. İşimi görüp döndüğümde bir de ne göreyim, Resûlullah ve Ebû Bekir hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar. Sordum: ‘Niçin ağlıyorsunuz?’ Cevap verecek halleri kalmamıştı. Durmadan ağlıyorlardı. Israr ettim: ’Söyleyin ben de ağlayayım.’ dedim. Ve bana Enfâl suresinin 67-68. âyetlerini okudu. İşte o itab görünümlü ikaz âyetleri, bu münasebetle nazil olmuştu.” (Müslim, Cihad 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/31-32)
Âyetler şöyledir: “Yeryüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah Güçlü’dür, Hakim’dir. Daha önceden Allah’tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab erişirdi. Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helal olarak yiyin; Allah’tan sakının, doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.” (8\Enfâl 67-68)
Bu âyetle Müslümanların bu ilk savaşta düşmanlarını iyice mağlup edip kendilerine üstünlük sağlamak yerine, sağlanacak maddi menfaat ön planda tutularak onları esir almaları hoş karşılanmamakla birlikte esirlerin fidye karşılığı salıvermesi hükmü de iptal edilmemiştir.
Âyetin sebeb-i nüzulüyle alakalı bir başka olasılık da şöyledir: “Savaşta inkar edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin” (47\Muhammed 4) âyeti muktezasınca savaş devam ederken ganimet ve esir alınmaması gerekirdi. Bir kısım sahabenin bu emre uymaması ve savaş devam ederken esir toplamaya başlamaları ve muhtemelen Hz. Peygamberin de onların bu tavrını onaylaması üzerine bu âyet inmiştir. Zira âyetteki ifadeler, savaş sırasındaki bir durumu izah etmektedir. Savaş sonrası esirlerin durumu ile ilgili bir durum âyette söz konusu değildir. Bu sebeple Hz. Peygamber’in esirlerle ilgili yanlış bir şey yaptığını söylemek mümkün olmaz.
Savaş sonrası alınan esirlere, misal teşkil edecek tarzda muamele tatbik edilmiş, az evvel aralarında bir harp cereyan etmesine rağmen Müslümanlar bu esirlere karşı lütufkar davranmışlardır. Hz. Peygamber bu esirleri en emin bir tarzda gözaltında bulundurmak için bunları kendi askerleri arasında taksim etmiş ve onlara iyi davranmalarını askerlerine tembih etmiştir. Bu emir karşılıksız kalmadı. Bu esirlerden elbisesi olmayanlara elbise temin edildi. Müslümanlara müsavî surette iaşe edildi. Bazı Müslümanlar, bunlara ekmeklerini verip sade hurma ile yetindiler, gayeleri, sadece verilen emirden dışarı çıkmamak ve bu emre itaat idi.

Müfessirler bu âyet-i kerimeyi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir:

1. Hasan-ı Basri, Abdullah b. Abbas, A’meş, Ebu Hureyre Dehhak ve Ata bu âyeti şu şekilde izah etmişlerdir. “Eğer Allah’ın, ganimet mallarını ve esir almayı, Muhammed ümmetine helal kıldığı hükmü, daha önceden, Allah’ın bilgisinde ve levhi mahfuzda mevcut olmasaydı, ganimetlerin size helal olduğu bildirilmeden önce Bedir esirlerinden fidye alıp serbest bırakmanızdan dolayı sizleri büyük bir azap yakalamış olurdu. Fakat ganimetlerin, Muhammed ümmetine helal olacağı hükmü daha Önceden yazılmış olduğundan sizleri böyle bir azap yakalamadı. Bu hususta Ebu Hureyre, Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir. “Sizden önce Âdemoğullarından hiç bir kimseye ganimet helal kılınmamıştı. Gökten ateş iner, onları yakıp bitirirdi. Bedir savaşı olunca henüz ganimetlerin müslümanlara helal olduğu bildirilmeden onlar ganimetlere daldılar. Bunun üzerine Allah “Eğer Allah’ım, geçmişte verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.” âyetini indirdi.

2.Said b. Cübeyr, Mücahid, Katede İbn-i Zeyd ve Hasan-ı Basri’den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin izahı şöyledir: “Şâyet, Allanın kitabında Bedir savaşına katılanların azaba uğratılmayacakları hükmü olmasaydı, Bedir savaşında, size helal kılınmadan önce ganimet mallarını almanızdan dolayı sizi şiddetli bir azap yakalamış olurdu.Bedir savaşına iştirak edenlere azap edilmeyeceği hususunda da şu hadisi şerif zikrediliyor: “Hatıb b. Ebi Belte’a, Mekke müşriklerine mektup yazmış, Resûlullah’ın savaş hazırlığı içinde olduğunu bildirmişti. Mektup yolda iken Resûlullah’a vahiy gelmiş ve o mektubu, bir kadının götürmekte olduğunu bildirmiştir. Bunun üzerine Resûlullah Hz. Ali ile iki kişi göndermiş ve mek­tubu yakalatıp getirmiştir. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) Hatıb hakkında ashabıyla istişare etmiş, Hz Ömer, Hatıb b. Ebi Beta’nın öldürülmesi görüşünü ileri sürmüş Resûlullah ise şöyle buyurmuştu: “Hatıb, Bedir savaşına katılanlardan biri değil midir? Ne bileceksin belki de Allah, Bedir savaşına katılan müminlere bakmış ve onlar için “Dilediğinizi yapın. Ben, sizi affetmişimdir.” demiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer’in gözleri yaşarmış ve “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” demiştir.

3.Mücahid’e göre ise bu âyetin izahı şöyledir: “Şâyet Allah’ın kitabında bilmeyerek bir günah işleyenin hesaba çekilmeyeceği yazılmış olmasaydı esir almanızdan dolayı size büyük bir azap dokunurdu.”
Bayraklı’ya göre Allah bu âyetle Hz. Peygamber’i, esir alma gibi bir hatadan uzaklaştırmış oldu. Hz. Peygamber fidye karşılığında onların serbest bırakılması emrini vermişti; böylece âyet onu da önlemiş oldu. Ona göre âyetten Allah’ın esirlik müessesesini kaldırdığı anlaşılmaktadır. Fakat esir ve esirlik olmasaydı, Enfâl suresinin 70. âyetinde Hz. Peygamber’e “esirlere söyle ki” şeklinde bir ifade kullanılmazdı. Enfâl suresinin 70. âyetinin tamamı dikkate alındığında, burada bir öğretim faaliyetinin olduğu görülür. Bir bakıma esirlikten kurtulmanın yolunun tevhid inancını benimsemekten geçtiği hatırlatılmaktadır. Çünkü orada Allah’ın affedici ve merhamet sahibi olduğu hatırlatılarak, onlara daha iyisinin verileceği vaad edilmektedir. Bütün bunlara rağmen Hz. Peygamber’in şahsında esirlik müessesesinin kaldırılmasının ilk adımı atılmaktadır.
Tabatabâî’ye göre rivâyetler sebebiyle pek çok yorum ortaya çıkmıştır. Kimine göre âyetlerin içerdiği azar ve tehdit, Hz. Peygamber’e ve müminlere yöneliktir; kimine göre Peygamber, Ömer ve Sa’d b. Muaz dışındaki bütün müminlere yöneliktir; kimine göre de Peygamber’in dışında bütün müminlere veya Peygamber’e esirlerden fidye alınması yönünde görüş bildiren kişi veya kişilere yöneliktir. Müslümanlara yöneltilen azarın Hz. Peygamber’i kapsamadığına ilişkin olarak şu delilleri sunar: Âyetin içerdiği azar esir almayla ilgilidir. Âyette Hz. Peygamber’in bu hususta onlarla istişare ettiğine veya bu davranışlarını onayladığına dair bir işaret yoktur. Rivâyetlerde de Hz. Peygamber’in onlara müşrikleri esir almalarını tavsiye ettiğine ilişkin bir bilgi aktarılmış değildir. Buna razı olduğunu ima eden bir söz de söylememiştir. Bilakis, muhacirler ve ensar öteden beri savaşlarda uyguladıkları bir kural olarak buna kendiliğinden yeltenmişlerdi.

Bu âyetlerdeki ikaz ve itabdan şu sonuçlar çıkarılabilir:

1. Bu itabla Hz. Peygamber’in bir beşer ve aynı zamanda bir kul olduğu, peygamber olmasının asla onu hata etmeyen bir konuma çıkarmayacağı vurgulanmış, böylece Hristiyanların kendi peygamberleri hakkında yanıldıkları gibi, müminlerin de kendi peygamberleri hakkında bir ifrata düşmemeleri tenbih edilmiştir.

2. Bununla Resûlullah’ın vahyi tebliğdeki güvenirliliği ve Allah’tan indirilen şeyleri asla gizlemediği vasfı ön plana çıkartılmıştır. Çünkü şâyet o bir şey gizleyecek olsaydı, kendisine ikaz mahiyetinde gelen bıı âyetleri gizlemiş olurdu.

3. Aynı zamanda burada, Hz. Peygamber’in ümmetinin, karşılaşmış oldukları ve hakkında kesin bir delil bulunmayan konularda içtihada, imal-i fikir etmelerine bir teşvik vardır.

624 tarihinde yapılan ve Müslümanların zaferiyle sonuçlanan Bedir Savaşı’nda Mekkeli müşriklerden 70 esir alınmştı. Bu esirlerden Nadr b. Hâris ve Ukbe b. Ebî Muayt, Mekke döneminde Müslümanları alaya alanların en başta gelenlerinden olduklarından dolayı yolda Hz. Peygamber’in emriyle öldürüldüler. Hz. Peygamber geriye kalan 68 esire uygulanacak metod hakkında ilahî bir emir bulunmadığından, haklarında verilecek karar konusunda ashâbıyla istişarede bulundu ve bu konuda Hz. Ebû Bekir‘e görüşünü sordu. Hz. Ebû Bekir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah onları helak etti ve seni muzaffer kıldı. Bunlar aşiretin ve amcaoğullarındır. Onlardan fidye alınmasını uygun görüyorum. Çünkü alınan bu fidyeler, kâfirlere karşı bizi güçlü duruma getirir. Belki Allah onlara hidâyet verir de bize destek olurlar.’’ şeklinde görüş bildirdi. Daha sonra Hz. Peygamber: “Ey Hattab’ın oğlu görüşün nedir?’’ diye sorduğunda Hz. Ömer: “Hayır, Ya Rasûlallah, Ebû Bekir’in düşündüğü gibi düşünmüyorum. Onlar kâfirlerin liderleri ve elebaşları, seni memleketinden çıkaran düşmanlarındır. İzin ver, boyunlarını vuralım. Bu amaçla Ali b. Ebî Tâlib kardeşi Akîl b. Ebî Tâlib’in, Hamza b. Abdilmüttalib kardeşi Abbas b. Abdilmuttalib’in boynunu vursun. Böylece İnsanlar, kalbimizde kâfirlere karşı bir meylimizin olmadığını anlasınlar.’’
Hatta Hz.Ömer, Kureyş’in hatibi olan ve Bedir esirleri arasında bulunan Süheyl b. Amr hakkında: “Ya Rasûlallah! Beni bırak, onun ön dişlerinden ikisini sökeyim de, bir daha hiçbir yerde senin aleyhine konuşmaya kalkışmasın” dedi. Hz. Peygamber: “Ben dişlerini söktürerek ona işkence yapamam. Ona bu şekilde muamele yaparsam, Peygamber olsam bile, Allah da bana aynı şekilde muamele eder” diyerek Hz. Ömer’in teklifini geri çevirdi. Hz. Peygamber: “Abdullah b. Revâha’ya görüşün nedir?’’ diye sordu. Abdullah b. Revâha: “Ya Rasûlallah, onları ateşte yakalım.’’ dedi. Bunun üzerine Abbas b. Abdilmuttalib: “Ne kadar acımasızsın!’’ dedi. Bu karşılıklı konuşma karşısında Allah Rasûlü sessiz kaldı. Hz. Peygamber aynı soruyu Sa’d b. Muaz’a sordu. Sa’d b. Muaz: “Bana, onların kökünü kazımak, onları yeryüzünde sağ bırakmaktan daha sevimli gelir’’ diye cevap verdi. Sahâbiler, ileriye sürülen bu görüşler etrafında kendilerine uygun olanı tartışmaya başladılar. Onların gruplara ayrıldığını gören Hz. Peygamber: “Bunlar neye benzer bilir misiniz?’’ dedi. Allah, bazılarının kalbini sütten daha yumuşak yaparken, bazılarının kalbini de taştan daha sert yaptı. Ebû Bekir, “Ya Rabbi! Kavmim içinden bana katılanlar, bendendir, bana karşı asi olanlara gelince; Sen çok bağışlayan ve merhamet edensin’’ (İbrahim, 14/36). diyen İbrahim’e ve “Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan,
yine şüphe yok ki, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin’’ (Mâide, 5/118). diyen İsa’ya benzemektedir. Ömer, “Ey Rabbim! Kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma!’’ (Nuh, 71/26). diyen Nuh’a ve “Ey Rabbim! Sen onların mallarını silip süpür ve kalplerine darlık ver, çünkü onlar elem dolu azabı görünceye kadar iman etmezler’’ (Yunus, 10/88) diyen Musa’ya benzemektedir.

Esirlerin durumu hakkında ortaya çıkan fidye ve öldürme görüşleri içerisinde Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir’in ileri sürdüğü esirlerden fidye alınması teklifini benimsedi. Böylece Hz. Peygamber, esirleri fidye, karşılıksız, mübadele ve okuma yazma bilip de fidye ödeyecek gücü olmayanların on müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmeleri karşılığında serbest kalma imkanı tanıdı. Kısa bir süre sonra Hz. Peygamber’in bu uygulamasını kınayan şu âyetler nazil oldu: “Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hakim duruma gelmedikçe, hiçbir Peygamber’e esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, halbuki Allah ahireti istiyor. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer Allah’ın daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şeyden dolayı size büyük bir azap dokunurdu’’ (Enfâl, 8/67-68). Bir gün sonra Hz. Ömer, Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir’i ağlarken gördüğünde: “Ya Rasûlallah! Senin ve arkadaşının ağlamasına neden olan şeyi bana söyler misin? Ağlanacak bir durum ise, ben de sizinle birlikte ağlarım. Ağlanacak bir durum değilse, siz ağladığınız için ağlar gibi görünürüm’’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Arkadaşların bana bu esirlerden fidye alma görüşünü arz ettikleri için ağlıyorum. Yemin olsun ki, onların azabı bana şu ağaçtan daha yakın arz olundu’’ dedi.
Böyle bir ikazdan şu sonuçlar çıkarılabilir: 1. Bu ikazla Hz. Peygamber’in bir beşer ve aynı zamanda bir kul olduğu, peygamber olmasının asla Onu hata etmeyen bir konuma çıkarmayacağı vurgulanmış, böylece Hıristiyanların kendi peygamberleri hakkında yanıldıkları gibi, müminlerin de kendi peygamberleri hakkında bir ifrata düşmemeleri tenbih edilmiştir.

2. Bununla Rasûlüllah’ın vahyi tebliğdeki güvenilirliği ve Allah’tan indirilen şeyleri asla gizlemediği vasfı ön plana çıkartılmıştır. Çünkü O bir şeyi gizleyecek olsaydı, kendisine ikaz mahiyetinde gelen bu âyetleri gizlemiş olurdu.

3. Aynı zamanda burada, Hz. Peygamberin ümmetinin karşılaşmış olduğu ve hakkında kesin bir delil bulunmayan konularda görüş alışverişinde bulunmalarına bir teşvik vardır.

3.Tebük Seferinde Münafıklara İzin Vermesi
Hz. Muhammed (s.a.v.), İslam devletinin temelini sağlam esaslara, ilahi nizama oturttuktan sonra İslam’ın üstünlüğünü Arap Yarımadasının önemli bir kısmında kabul ettirmiş, İslam’ın sesini yarımadanın dışına ulaştırmaya başlamıştı. Mekke’nin fethi, Huneyn savaşı, Taif kuşatması artık İslam’ın karşısında durabilecek bir güç ve cesaretin Yarımadada kalmadığını ispatlamış ve bunun kesin hatlarını ortaya koymuştu. Birçok kabileler zekat verirken, bazıları da İslam’a girmeyip onun hakimiyeti altına girerek haraç vermeyi kabullenmişlerdi. Böylece yavaş yavaş ekonomik güç de oluşuyor ve devlet maliyesi teşekkül ediyordu.

İşte bu sıralarda Arap ülkeleriyle birçok yönden ilgisi bulunan ve yarımadayı kendi pazarı haline getiren Bizanslılar, yeni kurulan İslam devletine karşı ciddi tedbirler almayı düşünme ihtiyacını duymuştu. Büyüyen İslam’ı yok etmeyi, hiç değilse güçsüz ve etkisiz hale sokmayı planlamışlardı.
Suriye’den Medine’ye gelen Nabatî tüccarların Herakleios’un Medine’ye saldırmak için hazırlık yaptığını ve Lahm, Cüzâm, Gassân, Âmile gibi hıristiyan Arap kabilelerinin Bizanslılar’a katıldığını, öncü birliklerinin Arap çölü sınırındaki Belka’ya ulaştığını haber vermesi üzerine Hz. Peygamber Tebük Gazvesi’ne hazırlanmaya başladı. Kesin olmamakla beraber 40.000, diğer bir rivâyete göre 50.000 kişilik bir ordu hazırlayarak Suriye dolaylarında bir bakıma manevralara ve savaş tatbikatına başlamıştı.Kısa zamanda durumu öğrenen Hz. Muhammed (as), düşmanı yine onun topraklarında veya sınırında karşılamayı ve böylece İslam’ın yenilmez bir kudret, aşılmaz bir set olduğunu göstermek istedi. Allah’ın emri inince savaş hazırlığına başladı.

Rivâyetlerden anlaşıldığına göre münafıklardan bazıları bu savaşa katılırken, bazıları da özür beyan edip katılmadılar. Diğer bedevi Arapların durumu da böyleydi. Samimi olanlara gelince üç kişi dışında özürsüz olarak güç yetirdiği halde katılmamazlık yapan olmadı. Bu ve bir önceki hususu bu surenin sonraki âyetlerinden de anlıyoruz. Bu da savaşa büyük bir kitlenin katıldığını söyleyen rivâyetlerin doğruluğunu gösterir. İbn Hişam’ın rivâyetine göre münafıkların lideri Abdullah b. Ubeyy, kendisine bireysel olarak katılanlarla birlikte askerini kuşattı ve iddia ettiklerine göre asker bakımından az değillerdi. Sonra özür beyan etti ve birçok arkadaşıyla birlikte savaşa katılmadı. Bazı rivâyetlerin belirttiğine göre münafıklardan, hastalıklı kalp taşıyanlardan savaşa katılmayarak yalan özürlerini beyan edip, Resûlullah’ın kendilerine izin verdiği kişilerin sayısı 80 civarındaydı. Resûlullah bu izni verince şu âyetler nazil oldu: “Allah seni affetsin; doğrular sana belli olup, yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin verdin? Allah’a ve ahiret gününe inananlar, mallariyle, canlariyle savaşmak istediklerinden ötürü geri kalmak için senden izin istemezler. Allah sakınanları bilir. Ancak Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalbleri şüpheye düşüp şüphelerinde bocalayan kimseler senden izin isterler. Eğer savaşa çıkmak isteselerdi bir hazırlık yaparlardı. Ama Allah davranışlarını beğenmedi de onları alıkoydu. “Acizlerle beraber oturun” denildi. Aranızda savaşa çıkmış olsalardı, ancak sizi bozmağa çalışırlar ve fitneye düşürmek için aranıza sokulurlardı. İçinizde onlara kulak verenler var. Allah kendilerine yazık edenleri bilir. And olsun ki, daha önce de fitne koparmak istemişlerdi. Sana karşı birtakım işler çeviriyorlardı, sonunda onlar istemedikleri halde hak ortaya çıktı, Allah’ın emri üstün geldi.” (9\Tevbe 43-48)

Bu âyetlerde Allah, yumuşak bir üslup ile Resûlullah’a sitem etmektedir. Ancak Allah, Resûlullah’ın bu olayda daha uygun olan hareketi yapmamasından dolayı ona sitem etmeden önce, onun bu davranışını affettiğini bildirmektedir ki bu da Resûlullah için bir lütuftur.
Fahreddin Râzî âyetin manasının “eğer menfaatler yakın ve yolculuk kısa olsaydı, onlar o menfaatleri elde etme ümidi ile seninle birlikte gelirlerdi. Ama yol uzun olunca, Bizans’a karşı savaşmayı gözlerinde büyüttükleri için, adeta ganimet elde edemeyecekleri tarzında ümitsizliğe düştüler ve bundan dolayı savaşa katılmadılar.” biçiminde olduğunu söyler. Daha sonra Allah, cihattan döndüğü zaman Peygamberin onları, “Eğer gücümüz yetseydi muhakkak biz de sizinle beraber çıkardık” diye Allah’a yemin eder” bulduğunu haber vermiştir.

Yine Fahreddin Râzî, Allah’ın, “Hay Allah affedesice…” âyetinin bir günahın işlendiğini ifade ettiğini kabul etmez. Bu hususta şöyle denilmesinin daha uygun olacağını söyler: “Bu, Allah’ın, Hz. Peygamber’i iyice tazim edip yücelttiğine delalet eder. Bu tıpkı, bir adamın, kendisi nezdinde çok kıymetli olan birisine, ‘Hay Allah affedesice, benim şu işimi nasıl yaptın? Allah senden razı olsun; benim bu sözüme karşılık senin cevabın nedir? Allah sana afiyet versin, sen benim kadrimi bilemedin!’ demesi gibidir. Bundan dolayı, bu kimsenin bu sözünden maksadı, o kimseyi iyice tebcil etmekten başka bir şey değildir.Razi son olarak Allah’ın, “Neden onlara izin verdin?” ifadesi, daha evla ve daha mükemmel olanın yapılmaması manasına hamledilebileceğini söyler.
Tabatabâî’nin getirdiği yorumlar şu şekildedir: Âyetteki “afa” kelimesinin mazi olmasına rağmen ihbar anlamında olmayıp “Allah seni affetsin” şeklinde dua anlamındadır. “lime ezinte lehüm” cümlesindeki istifhamın inkari ve kınama amaçlı olduğunu belirten Tabatabâî, dolayısıyla bu ifadenin “savaştan geri kalıp oturma konusunda onlara izin vermemen gerekirdi” şeklinde anlaşılması gerektiğini kaydeder. Tabatabâî’ye göre bu âyetlerdeki asıl maksat, savaştan izin isteyen kimselerin yalancı ve ikiyüzlü oluşlarını ortaya çıkarmaktır. Gerçekte âyet, bir olgunun daha açık ve net bir şekilde anlaşılmasını amaçlar. Ona göre gerçekte kınanan Hz. Peygamber değil, izin isteyen kimseler olup bir tür tariz yoluyla anlatım üslubu seçilmiştir.

Bayraklı’ya göre Hz. Peygamber izin vermeden önce gerçek hayat şartları altında onları izlemesi gerekiyordu. Bizzat Tebük seferine çıkış anında onların ne yapacağını gözleseydi yalan söylediklerini anlamış olacaktı. Gözlem yapmadan, gerçek hayat şartları altında izlemeden insanlar hakkında karar vermek bir hatadır. Müfessirler bu âyette geçen “lime” (niçin) edatının”inkar sorusu” olması (yani sorunun sorulma nedeni işin meydana geldiğinin itirafını sağlamak değil; aksine onun olmadığının ispatı için sorulmuş olması) sebebiyle Hz. Peygamber’in günahsız olduğu hükmünde ittifak halindedirler. Oysa burada Allah Hz. Peygamber’in beşer olma yönü ile hata yapabileceğini vurgulamaktadır.

Resûlullah’ın bu davranışının ilahi bir ikaza vesile olması ve burada “af” kelimesinin kullanılması, onun bir günah işlediğini gösterir.” diyenler olmuşsa da, bu görüş doğru bulunmamış ve: “Belki bizler için aftan bahsedilen yerde bir günah söz konusu edilebilir; ancak enbiya için affın sadece iltifat ifade ettiği” söylenmiştir. Şurası da bilinen bir noktadır ki Hz. Peygamber, gayb ilminden haberdar olmadığından, onların bu gizli durumlarını bilemeyeceğinden dıştan söyledikleri sözlere itibar etmesi tabii idi. Fakat gayb ilmini kemaliyle bilen Allah, meselenin iç yüzünü bildiği için, onların yalanların üzerinden perdeyi kaldırdı. Böylelikle Hz. Peygamber, ilahi vahiyle uyarılmış oldu ve ilahi bağışa eriştiği de kendisine bildirildi.

Hz. Peygamber daha önceki seferlerde amacını gizli tutarken, bu seferde mesafenin uzak, mevsimin yaz ve düşmanın kuvvetli olmasından dolayı insanların bu durumu bilerek hazırlık yapmaları için amacını söyledi. Her taraftan gönüllüler toplanmaya başladı. Ancak, aşırı derecede kıtlığın olması, mevsimin yaz olması, hasad zamanının gelmesi,
mesafenin uzak, düşmanın güçlü olması ve başta Abdullah b. Ubey b. Selûl olmak üzere diğer münafıkların olumsuz propagandaları yüzünden hazırlıklar yavaş gidiyordu. Tebük Gazvesi esnasında büyük güçlükler ve sıkıntılarla karşılaşıldığından bu zaman için Kur’an’da “sâatü’l-usre” (güçlük zamanı) tabiri geçer (et-Tevbe 9/117). Bu sebeple orduya “ceyşü’l-usre”, gazveye “Gazvetü’l-usre” adı verilmiştir. Yukarıdaki nedenlerden dolayı insanlar Resûlullaha gelip orduya katılmamak için mazeretlerini belirterek müsaade istiyorlardı. Bazıları haklı mazeretler ileri sürerken, münafıkların başını çektiği grup ise, sudan bahanelerle katılmak istemediklerini belirtiyorlardı. Hz. Peygamber, içlerinde Ced b. Kays’ın bulunduğu münafıklardan bir grubun yanına uğradı ve onlara: “Savaşa hazır mısınız?’’ diye sorunca Ced b. Kays: “Ya Rasûlallah bana izin versen de başımı derde sokmasan, vallahi, kavmim benim kadınlara ne kadar düşkün olduğumu bilir. Rum kadınlarını görünce dayanamamaktan korkuyorum.’’ diyerek izin istedi. Bu istek karşısında Hz. Peygamber ondan yüz çevirdi. Böylece Hz. Peygamber, kendisinden izin isteyenlere müsaade etti. Fakat gelen vahiy, Hz. Peygamber’in bu tasarrufunu onaylamadığını şu şekilde beyan etmektedir: “Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalancıları bilinceye kadar niçin onlara izin verdin?” (Tevbe, 9/43).

Bu âyette Yüce Allah, Hz. Peygamber’den izin isteyenlerin doğru söyleyip söylemediklerinin araştırılmasını ve görünüşe bakılarak karar verilmemesini istemektedir.

4.Hz. Zeynep’le İzdivaç Meselesi
Zeyd b. Harise, Hz. Peygamber’in ilk eşi Hatice’nin kendisine hediye ettiği bir köledir. Hz. Peygamber onu kölelikten azat etmiş, evlendirmek suretiyle hür bir insan olarak topluma kazandırmıştır. Onun evliliği ile ilgili bir problem yaşanmış ve bu olay Kur’an’da yer almıştır. Allah bunu anlatarak, cahiliye Arapları arasında mevcut olan köle ile hür insanın evlenememesi ve bir kişinin, evlatlığının boşadığı bir kadınla evlenememesi gibi bazı yanlış uygulamaları ortadan kaldırdığını bildirmektedir. Zeyd ile Zeynep’in evliliğini Hz. Peygamber istiyor ve evlilik gerçekleşiyor. Zeyd bir gün aralarındaki şiddetli geçimsizlik nedeniyle Hz. Peygamber’e müracaat ediyor ve Zeynep’in asil bir aileden geldiğini, kendisinin ise azatlı bir köle olduğunu ve Zeynep’in kendisini ona denk görmediğini ve aralarındaki şiddetli geçimsizlikten dolayı hanımını boşayacağını söylüyor. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona: “Allah’tan kork! Eşini yanında tut” deyince Ahzab suresinin 37. âyeti nazil olmuştur. Daha sonra Zeyd, Zeynep’i boşuyor ve iddeti dolunca Zeynep ile Hz. Peygamber evlendi. Âyet şöyledir: “Allah’ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye: ‘Eşini bırakma, Allah’tan sakın’ diyor, Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah’tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik ki evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah’ın buyruğu yerine gelecektir. Allah’ın Peygamber’e farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur. Bu, Allah’ın öteden beri, gelmiş geçmişlere uyguladığı yasasıdır. Allah’ın emri şüphesiz gereği gibi yerine gelecektir.” (33\Ahzab 37-38)

Resûlullah kendi emriyle kurulan bir yuvanın yıkılmasını hiç istemediği halde, böyle bir ayrılık meydana gelmiştir. Bu durumda Zeyd ile evlilik sebebiyle mutsuzluk içine düşen Zeyneb ve ailesinin daha fazla yıpranmaması için, Zeyd’den boşandıktan sonra, Zeyneb’i kendi nikahı altına almayı düşünmüş; fakat o dönem toplumunda eskiden beri süregelen ve birçok zorluğa neden olan evlatlığının boşadığı eşiyle evlenmesini toplumun hazmedemeyeceğini tahmin ettiği için de bu fikri açığa vuramamıştır.

Bu durumu açıklamak Resûlullah’a o kadar zor gelmişti ki, bununla ilgili olarak Hz. Aişe validemizin şu sözü nakledilmektedir: “Eğer Allah Resulü, kendisine gelen vahiyden bir şey gizleseydi, işte bu evlilikle ilgili olan âyeti gizlerdi.” (Buhari, Tevhid 22; Müslim, İman 288: Ahmed b. Hanbel, 2/5.)

Bu âyetlerden toplumsal baskının öne geçtiği görülmekte ve bu konuda birinci derecede Hz. Peygamber eğitilmektedir. Allah’tan sakınmamız, insanlardan sakınmamızdan daha fazla olmalıdır. İnsanların ne diyeceğinden önce Allah’ın ne diyeceği düşünülmelidir.

Bu evlilik vesilesiyle, topluma yeni bir takım prensipler getirilmiş, Öteden beri süregelen bir takım telakkiler kaldırılmış oluyordu. Ve böyle bir evliliğin pek çok hikmeti vardı. Bunları şu şekilde sıralamamız mümkündür:

1.Öteden beri cahiliye döneminde, esir olan insanlara, ikinci sınıf insan olarak, hor ve hakir nazarıyla bakılırdı. Bu kişiler her ne kadar daha sonradan hürriyete kavuşturulsa da, topluma yerleşen yanlış telakkiden dolayı, konulan bu sınıf farkı engelini aşamazlardı. Ancak eşitlikle gelen İslam’ın, böyle bir şeyi kabul etmesi beklenemezdi. Onun nazarında bir insanın üstünlük veya aşağılık ölçüsü, hür veya köle olması değildi. Üstünlük ölçüsü, sadece ve sâdece iyi kul olma noktasını yakalamaktı: “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz,
O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (49/Hucurat: 13)

Ancak dem ve damarlarına kadar işlemiş olan bu meseleyi bir iki sözle çıkarıp atmak mümkün değildi. Esirleri hürriyete kavuşturmak, onları aşağılarıma duygusundan kurtarmak, halkın kafasında esirin hor ve hakir görülme meselesini silmek istiyordu. İşte bu noktada o, kendi yakın akrabasından başlamak üzere meseleye el attı. Halasının kızı Zeyneb’i, azatlısı Zeyd’le evlendirdi. Bununla o, esaretten kurtulan bir insanla, hür ve asil birinin eşit olduğunu, dolayısıyla evlenmelerinde hiçbir sakıncanın olmadığını göstermek istemişti. Nitekim gösterdi de.

2.O dönemde evlatlık olarak alınan kimseler, gerçek evlat olarak telakki ediliyor, aralarında kan bağı akrabalığı hükümleri cereyan ediyordu. Resûlullah Zeynep (ra) ile evlenmek suretiyle, böyle bir şeyin olamayacağını, oğulluğun boşadığı hanımla evlenebileceğini ortaya koyuyor ve yerleşmiş olan bu cahiliye geleneğini kökünden kaldırmış oluyordu.

3.Aynı zamanda bununla, dinde olan küfüv (denklik) meselesi göste­rilmiş olunuyordu. Yani evlenen hanımla erkek arasında, birtakım eşitlik veya eşitliğe yakın özelliklerin olması ki bunlar; güzellik, asalet, zenginlik, nesep yönü vs. bunlar gözetilmeden yapılan bir evlilikten, güzel bir netice beklemek zordur. Zeynep validemiz, her yönüyle Resûlullah’a denk sayılırdı. Denklik yönüyle belki Zeyd ile aralarında farklılıklar vardı. İşte bununla gösterildi ki evlenme hadiselerinde gözden ırak edilmemesi gerekli bir husus da eşler arasındaki bu denkliktir.

4.Zeyneb’in (ra) zedelenen itibarı iade edilmiş oluyordu. Zira Resûlullah, daha önce azatlı bir köle ile evlenmiş olmanın Zeyneb’e getirdiği ezikliği biliyordu. Onunla evlenmek suretiyle, Arap ailelerinin en şereflilerinden birinin kızı olan Zeyneb’in köle ile evlenmekle zedelenmiş olan itibarı iade edilmiş olacaktı.

5.Aslında Hz. Peygamber, köle asıllı Zeyd’e, Mekke’nin en soylu ailesinden bir kadını nikahlamakla, cahiliyet devrinin asaletle ilgili geleneklerinin resmen ve fiilen yıkıldığını göstermek istemişti. Aslen köle olan birinin dul karısını kendisine nikahlamakla o geleneğin ikinci defa yere serildiğini ilan etmiş oluyordu. Çünkü yeni dinin ilkelerine göre, bütün insanlar Âdem ile Havva’nın çocuklarıydı. Allah katında değer kazanmanın tek yolu da takva yoluydu, yani Allah’ın emirlerine uygun yaşama çabasıydı.

6.Resûlullah’ın hanımları arasında bazıları vardır ki, bunlar ilim erbabı kimselerdir. Hz. Aişe, Ümmü Seleme, Zeynep binti Cahş, Hafsa (ra) gibi. Kadınlık alemine ait pek çok mesele daha çok bu hanımlar vasıtasıyla gelmiştir. İşte Zeynep validemiz de bu yönüyle temayüz etmiş olanlardandır. Şâyet Zeyd (ra)’in evinde olsaydı, belki pek çok mesele bizlere intikal etmiş olmayacaktı. Ancak Resûlullah’ın (s.a.v.) zevcesi olmasıyladır ki, bu istidatlı şahsiyet, bir irşad ve tebliğ vazifesi yapmıştır.

7.Her şeyden önce böyle bir evlilikte, insanların iradeleri söz konusu değildi. Bu, doğrudan doğruya Kainatın Yaratıcısı tarafından emrediliyordu. Yani bir emri semaviyle, nikâh akdedilmiş oluyordu.

8. Hz. Peygamber’in bu evliliğinin İslam davetçilerine örnek olması gerekir ve onların da evliliklerinde toplumun hassas dengelerini İslam’ın ana ilkeleri doğrultusunda görev ifa edecek şekilde yapmaları gerekir. Hz. Zeynep her ne kadar Resûlullah’ın halasının kızı ise de Beni Esed kabilesine mensuptu. Resûlullah böylece ilk kez Kureyş’in dışında bir hanımla evlenmekteydi.

5.Tahrim Olayı
“Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine yasak ediyorsun? Allah bağışlayandır, acıyandır. Allah şüphesiz size, yeminlerinizi keffaretle geri almanızı meşru kılmıştır. Allah sizin dostunuzdur. O, bilendir, Hakim’dir. Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. O, bunu Peygamberin diğer bir eşine haber verince, Allah da Peygambere durumu bildirmiş, o da bir kısmını yüzüne vurmuş bir kısmını yüzüne vurmaktan geri durmuştu. Eşine, gizlice söylediği şeyi başkasına nakletmiş olduğunu bildirince, eşi: ‘Bunu sana kim haber verdi?’ demiş, o da: ‘Bana, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah haber verdi” demişti.’ (66\Tahrim 1-3)
İlk âyetle ilgili olarak şu iki olay nakledilmektedir: Bunlardan birincisi Hz. Aişe rivâyetidir ki olay şöyledir: İkindi namazından sonra eşlerinin yanına uğrayan Hz. Peygamber, Zeynep binti Cahş’ın odasında fazla kal-maya başlamıştı. Zeynep’in odasında Hz. Peygamber bal şerbeti içiyordu. Olayın devamını Hz. Aişe şu şekilde anlatıyor: “Bunu kıskandım ve Hafsa, Sevde, Safiyye ile anlaşıp, Resûlullah yanımıza geldiğinde, her birimiz ona ağzından meğafir kokusu geldiğini söyleyelim diye kararlaştırdık. (Meğafir, özel kokusu olan bir çiçektir. Şâyet arı balını bu çiçekten alırsa balında meğafir kokusu olur) Hepimiz de Resûllullah’ın çok titiz olduğu ve kendisinden kötü bir koku yayıldığında bundan çok rahatsız olacağını biliyorduk. Bu yüzden Resûlullah’ın Zeynep’in yanında çok kalmaması için bu hileye başvurduk. Ve gerçekten de hile tesirini gösterdi. Hanımlarının ‘ağzınızdan meğafir kokusu geliyor’ demeleri üzerine Peygamber bundan böyle bal yemeyeceğine dair yemin etti. (Buhârî, Tefsir, Tahrim 1-2; Müslim, Talak, 20)

İkinci olay ise Hz. Mariye hakkında olup şöyle nakledilir: Bir gün Hz. Peygamber, eşi Hafsa’nın odasına gelir ve onu bulamaz. Biraz sonra bir başka eşi olan Mariye Hz. Peygamber’in yanına gelir ve birlikte Hafsa’nın odasında bir süre kalırlar. Daha sonra Hafsa odasına gelir ve onları birlikte görünce buna çok sinirlenir ve Hz. Peygamber’e öfkelenerek kızar. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu memnun etmek için bir daha Mariye ile mübaşerette bulunmayacağına söz verir veya yemin eder.

Diğer âyetler hakkında ise şu olay rivâyet ediliyor: Bir gün Resûlullah’ın zevcesi Hafsa babasının evine gitti. Orada babasıyla sohbet etti. O sırada Resûlullah da cariyesini çağırttı ve onunla beraber Hafsa’nın evinde kaldı. Aslında o gün sıra Aişe’nindi. O ara Hafsa evine geldi ve Resûlullah ile cariyesini evinde buldu. Ve Resûlullah’a sitem etti. Resûlulah da ona: “Ben sana bir sır vereceğim. Bunu kimseye söyleme.” dedi. Hafsa: “Nedir o?” dedi. Resûlullah ona: “Şahit ol, ben senin hatırın için bu cariyeyi kendime haram kıldım.” dedi. Hafsa da Aişe’ye giderek Resûlullahın bu sırrını ona söyledi. İşte bunun üzerine bu âyetler nazil oldu.

Râzî’nin tefsiri şu şekildedir: “Allah’ın sana helal kıldığı şeyi, niçin (kendine) haram ediyorsun?” ifadesi, bu hitabın, kınama ihtiva eden hitap olduğunu hissettirir. Halbuki tavsifi olan (ey nebi) hitabı ise kendisinde bir teşrif ve tekrim bulunduğu için, buna ters düşer. Şu halde, bu nasıl uzlaştırılabilir? Biz deriz ki, aslında bu hitap, kınama muhtevalı bir hitap değildir, tam aksine Hz. Peygamber’den (s.a.v.) sadır olan şeyin olmaması gerektiğine dikkat çeken bir hitaptır. bu haram kılmadan maksat, Hz. Peygamber’in (s.a.v.), eşleri ile karı-koca hayatı yaşamaktan imtina etmesi ve uzak durmasıdır. Yoksa Allah’ın onu helal kılmasını müteakiben onun haram olduğuna inanmak değildir. O halde, bu demektir ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bunun helal olduğuna inanarak, böylesi bir istifadeden vaz geçmiştir. Her kim, bu âyette bahsedilen haram kılmanın, Allah’ın helal kıldığı şeyi bizzat haram kılma olduğuna inanırsa, kafir olur.

Tabatabâî’ye göre “Eşlerinin rızasını istiyorsun” cümlesi, gerçekte kınamanın Peygamber’e değil onun eşlerine olduğuna bir delildir. Ayrıca “eğer ikiniz de Allah’a tevbe ederseniz, kaymış olan kalpleriniz düzelmiş olur” ifadesi, “Allah bağışlayan ve merhamet edendir” kısmıyla beraber ele alındığında buradaki kınamanın, eşlere yönelik olduğu anlaşılır. Bu kınanan iki kişiden maksat ise ittifakla Aişe ve Hafsa’dır. Tabatabâî’nin âyetteki itaba dair son sözü şudur: Burada görünüşte bir kınama olsa da gerçekte Peygamber’e bir destek ve yardım söz konusudur. Zira Allah, peygamberine yeminlerin (kefaretle) çözülmesini işaret etmiştir.

Burada peygambere yapılan hitap, kınamalı bir hitap olmayıp, aksine Hz. Peygamber’den sâdır olan bu şeyin olmaması gerektiğine dikkat çeken bir hitaptır. “Allah’ın haram kıldığını kimsenin helâl kılma selahiyeti olmadığı gibi, helal kıldığını da haram etmesi söz konusu değildir. Zira: “Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri haram kılmayın.” (5\Maide 87) “Allah’ın haram kıldığının sayısını çiğnemek ve O’nun haram kıldığını helal kılmak için …” (9\Tevbe 37) âyetlerinde de geçtiği gibi Allah’ın hükmüne karşı haramı helal veya helali haram itikat edecek, yahut ettirecek şekilde bir haramlık meydana getirmeğe kalkışmak, küfür sayılacağından veya sınırlı olarak nehyedilmiş olduğundan bu husus, peygamber şöyle dursun, müminler hakkında bile düşünülemez. Burada tahrimden maksat, esas itibariyle terkedilmesi helâl olan sözlü veya fiili bir tahrimdir. Yani Hz. Peygamber, kendisine haram kıldığı şeyin, aslında haram olduğunu kabul etmiyor; bilakis onun helâl olduğunu biliyor, ancak bunu sadece kendi nefsine yasaklıyor. Hz. Peygamber, işaret edilen şeyi herkese haram kılmamıştır. O şey aslında helaldir. Fakat kendisi, ailesi içinde huzursuzluğa neden olan şeyi bir daha yapmamağa karar vermiştir. Bu, insanın helal olan bir yemeği, kendisine dokunduğu için yememesine benzer.

6.Münafık Abdullah B. Übeyy’in Cenaze Namazını Kıldırması
Abdullah b. Übeyy b. Selul ölünce, oğlu Abdullah, Resûlullah’ın yanına geldi ve babası için kefen olarak kullanmak üzere gömleğini istedi. Resûlullah gömleğini verdi. Sonra babasının cenaze namazını kılmasını istedi. Bunun üzerine Resûlullah cenaze namazını kılmak üzere yerinden kalktı. Bu sırada Ömer b. Hattab yerinden kalktı ve Resûlullah’ın elbisesini tutup çekti ve dedi ki: “Ya Resûlullah! Allah, münafıkların cenaze namazını kılmanı yasakladığı hâlde, bu adamın namazını mı kılacaksın?’ Resûlullah şu karşılığı verdi: “Allah tercihi bana bıraktı. ‘Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları asla affetmez.’ (9\Tevbe 80) buyuruyor. Ben de yetmiş kereden fazla af dileyeceğim.” dedi. Ömer, ‘Ama o bir münafıktır.’ dediyse de Allah Resûlü onun cenaze namazını kıldı. Bunun üzerine yüce Allah, “Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma! Çünkü onlar Allah’ı ve peygamberini inkar ettiler ve fasık olarak öldüler.” (9\Tevbe 84) âyetini indirdi. Bundan sonra Allah Resulü münafıkların cenaze namazlarını kılmadı. Bu âyet nazil olana kadar ölen bir münafığa nasıl bir muamele yapılacağına dair bir haber ve uygulamaya rastlanmamaktadır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, münafıkları davranışlarına göre değerlendirip, zahirlerine göre hükmederek onlara karşı müslüman muamelesi yapmaktaydı.
Taberî, Ebu Katade’den naklen diyor ki: “Resululah (s.a.v.) bir cenazeye davet edildiğinde onun hakkında sorular sorar, eğer iyi bir kimse olduğu söylenirse cenazesini kıldırırdı. İyi bir kimse olduğu hakkında bir şey söylenmezse, cenaze sahiplerine” Ona siz bakın.” der ve o cenazenin namazını kıldırmazdı. Ömer b. Hattab da, tanımadığı kimselerin cenaze namazını, Huzeyfe b. Yeman kılmadıkça kılmazdı. Çünkü Huzeyfe b. Yeman, kimin münafık olduğunu bildirildi. Bu sebeple Huzeyfe’ye “Sır sahibi” deniyordu.”

Resûlullah normalde bir müslümanın cenazesi defnedildikten sonra kabri başında bir süre durur ve etrafındakilere şöyle derdi: “Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz ve sorulanlara şaşırmadan cevap verebilmesi için dua ediniz; zira şu anda o sorguya çekilmektedir” (Ebu Davud, Cenaiz, 69; krş. Tirmizi, Cenaiz, 70)
Bayraklı’ya göre bu âyetten şu neticeler çıkar: Cenaze namazının kılınması Allah’ın emridir. Münafıkların cenaze namazı kılınmaz ama müminlerin kılınması gerekir. Ölünün mezarına kadar gitmek, mezarının başında durmak da vardır. Demek ki Hz. Peygamber müminlerin mezarına kadar gidiyor ve mezarın başına duruyordu. Bunu münafık ölüleri için yapmaması ona emredilmektedir. Aslında bu âyet Tevbe suresinin 80. âyetinin devamı mahiyetindedir. Ölen kimsenin namazını kılmasının anlamı, onun için Allah’tan af dilemek demektir. 80. âyette af dilese de dilemese de onların affedilmeyeceği belirtildiğinden, cenaze namazlarının kılmasının bir anlamı kalmamaktadır.

Hz. Peygamber’in Abdullah b. Übeyy ile bu kadar ilgilenmesi, gömleğini vermesi ve namazını kılmasının birkaç açıdan hikmeti vardır. Hz. Peygamber zahire göre hüküm verirdi. Abdullah b. Übeyy de namaz kılan ve zahiren Müslüman olan birisi idi. Hz. Peygamber’in Abdullah b. Übeyy’in cenazesine karşı gösterdiği derin alakanın diğer bir sebebi de oğlu Abdullah’ın taltif buyrulmasıdır. Abdullah sahabenin ileri gelenlerinden çok samimi bir Müslümandı. Bedir ve ondan sonraki savaşlara katılarak Hz. Peygamber’in maiyetinden hiç ayrılmamıştı. Hz. Ebû Bekir’in hilafeti zamanında Yemame savaşına katılarak orada şehid oldu. Bir rivâyete göre de Hz. Peygamber Abdullah b. Übeyy’e gömleğini vermesinin sebebi sorulduğunda şöyle bir açıklamada bulunmuştur: “Doğrusu benim gömleğim onun kendisin Allah’tan gelecek bir azaptan kurtarmayacaktır. Fakat ben bu sayede onun kavminden birilerinin Müslüman olmasını nifaktan kurtulmasını umuyorum.” Nitekim Hz. Peygamber’in bu hareketi sayesinde Hazrec’den bin kişi nifaktan kurtulmuştur.

7.Müşrik Olarak Ölen Yakınları için Af Dilemesi
“Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek Peygamber’e ve müminlere yaraşmaz. İbrahim’in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi.” (9\Tevbe 113-114)

Rivâyete göre Ebu Talib ölüm döşeğinde iken Resûlullah onun yanına gitti. Orada, Kureyş’in ileri gelenlerinden Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebi Ümeyye bulunuyordu. Resûlullah Ebu Talib’e “Ey amca, ‘La ilahe illallah’ de. Bununla seni Allah katında savunayım’ dedi. Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebi Umeyye: “Ey Ebu Talib! Abdulmuttalib’in dininden dönecek misin?” dediler. Bunlar Ebu Talib’e devamlı olarak aynı şeyi telkin ediyorlardı. Nihâyet Ebu Talib onlara son söz olarak, Abdulmuttalib’in dini üzere olduğunu söyledi. Bunun üzerine Resûlullah şöyle dedi: “Bana yasaklanmadıkça senin için mutlaka af dileyeceğim.” İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. (Buhari, Tefsir, 4675)
Abdullah ibn Mesud’dan gelen diğer bir rivâyete göre, Peygamber Efendimizin istiğfarda bulunduğu şahıs, amcası değil; annesidir. O şöyle anlatıyor: “Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) kabristana çıktı, biz de peşinden gittik. Kabirlerden birinin başına oturdu, uzun uzun dua edip münacatta bulundu, sonra ağladı, onun ağlamasına biz de ağladık, sonra kalktı. Ömer ibn Hattab kalkıp ona doğru gitti. Önce onu, sonra bizi yanına çağırdı ve: “Sizi ağlatan nedir, neden ağladınız?” diye sordu. Biz: “Senin ağlamana ağladık.” dedik. “Yanına oturduğum kabir, annem Amine’nin kabriydi. Onu ziyaret için Rabbimden izin istedim, bunun için bana izin verdi. Rabbimden onun (annem) için dua etmek üzere izin istedim, bunun için bana izin vermedi ve bana “Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir.” âyetini indirdi ve işte bunun üzerine bir çocuğun annesine olan acıması beni tuttu da onun için ağladım. Size kabirleri ziyareti yasaklamıştım. Şimdi onları ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyareti size ahireti hatırlatır.” buyurdular. Tirmizi’nin Hz. Ali’den rivâyet ettiği ise başka insanların, müşrik yakınları için istiğfar talepleri ile ilgilidir. Rivâyet şöyle: “O, müşrik ebeveynine mağfiret talebinde bulunan bir adamı işitince, şöyle dedi: “Ben o adama, “müşrik oldukları halde ebeveynine mağfiret talebinde mi bulunuyorsun?” deyince o adam: “İbrahim de, ebeveyni müşrik olduğu halde, onlar için mağfiret talebinde bulunmamış mıdır?” cevabını verdi. Bunun üzerine ben bunu Allah’ın Resulüne söyleyince, işte bu âyet-i kerime nazil oldu.”

Râzî’nin aktardığı başka bir rivâyette bir kimse Hz. Peygamber’e gelerek şöyle dedi: “Cahiliyye çağında babam sıla-i rahimde bulunur, misafirlere ikram eder, malından bağış ve hibede bulunurdu. O halde ey Allah’ın Resulü, şimdi babam nerede?” deyince, Hz. Peygamber (as), “Müşrik olarak mı öldü?” diye sordu. O adam, “Evet” deyince de, Hz. Peygamber, “Fazla derin olmayan bir ateş çukurundadır” dedi. Bunun üzerine adam, ağlayarak geri döndü. Hz. Peygamber onu çağırarak, “Benim, senin ve İbrahim’in babası ateştedir. Zira senin baban, hiçbir gün, “Ateşten Allah’a sığınırım” dememiştir” dedi.

Bayraklı’ya göre cehennemlik müşrik ve Allah’ın düşmanı olan kimseler müminin ne kadar yakını olursa olsunlar, onlar için Allah’tan af dilemek doğru değil ve bu dua kabul edilmeyecektir. Bunun dışında insanlar için dua etmek, onlara merhametli davranmak yerinde olacaktır. Müşriklere merhametli davranılmayacağı Fetih suresinin 29. âyetinde belirtiliyor, bunun Tevrat’ta da bulunduğuna şahit oluyoruz. Çünkü Fetih suresinin 29. âyetinin birinci bölümü bunun Tevrat’ta geçtiğini bildirmektedir. Demek ki şirk, inkâr ve münafıklık merhameti engellemekte, başkasının bu insanlar için af dilemesini ortadan kaldırmaktadır. Böylece Allah, neyin neyi engellediği konusunda müminleri bilgilendirmektedir. İnsanlara, şirk, inkâr, münafıklık ve düşmanlık duygusunun düşünce ve merhameti katlettiği öğretilmektedir.

8. Diğer İtab Âyetleri

1. Kur’an okumakta acele etmesi: Hz. Peygamber (sa) Cibril kendisine Kur’an’dan bir şey indirdiğinde o geleni ezberlemek için kendini yoruyor; ezberlemeden önce Cibril geri dönecek diye korkuyordu. İşte bunun üzerine Allah şu âyet-i kerimeyi indirdi: “Gerçek hükümdar olan Allah Yüce’dir. Kuran sana vahyedilirken, vahy bitmezden önce, unutmamak için, tekrarda acele edip durma, “Rabbim! ilmimi artır” de.” (20\Taha 114)

2. İnşallah dememesi: Yahudilerin akıl vermesiyle Kureyş müşrikleri Hz. Peygamber’e (sa) ruh’u, Ashab-ı Kehf’i ve Zülkarneyn’i sorduklarında “İnşaallah” demeksizin “Size yarın cevap veriririm.” buyurmuş ve bir rivâyete göre 15 gün, başka bir rivâyete göre 40 gün, bir üçüncü rivâyete göre de üç gün vahy gelmemiş ve Hz. Peygamber çok zor durumda kalmıştı. İşte şu âyetler de bu hadise üzerine nazil olan âyetler cümlesindendir. “Herhangi bir şey için, Allah’ın dilemesi dışında: “Ben yarın onu yapacağım” deme. Unuttuğun zaman Rabbini an ve şöyle de: “Umulur ki, Rabbim beni doğruya daha yakın olana eriştirir.” (18\Kehf 23-24)

3. Vahiyden uzaklaşma ihtimali: Ümeyye ibn Halef, Ebu Cehl ibn Hişam ve Kureyş’ten diğer bazıları Resûlullah (s.a.v.)’a gelerek: “Ey Muhammed! Gel, bizim tanrılarımızı bir kerecik meshediver ki biz de seninle birlikte senin dinine girelim.” dediler. Hz. Peygamber, (sa) kavminin İslam’a girmelerini çok istiyordu. Onların müslüman olmalarına sebep olacağı için neredeyse bu isteklerine meyletmek üzereydi ki Allah şu âyet-i kerimeleri indirdi: “Seni, sana vahyettiğimizden ayırıp başka bir şeyi Bize karşı uydurman için uğraşırlar. O zaman seni dost edinirler. Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de, kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (17\İsra 73-75)

4. Asıl hidâyet verenin Allah olduğu: Hz. Ebû Bekir’in kızı Esma’ya bir gün annesi Netile ve nenesi gelip ondan, yardım olarak kendilerine bir şeyler vermesini istemişlerdi. İkisi de müşrik idiler. Bu yüzden Esma, onlara bir şey vermeyip: “Allah’ın Resûlü’ne sormadan size bir şey vermeyeceğim. Çünkü siz benim dinim üzere değilsiniz.” dedi. Gelip Hz. Peygamber’e (s.a.v.) onlara yardım olarak bir şey verip veremeyeceğini sordu da Allah şu âyet-i kerimeyi indirdi: “Onların doğru yola iletilmeleri sana düşmez, fakat Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Sarfettiğiniz iyi şey kendinizedir, zaten ancak Allah’ın rızasını kazanmak için sarfedersiniz. Sarfettiğiniz iyi bir şeyin karşılığı haksızlığa uğratılmaksızın size verilir.” (2\Bakara 272)

5. Kafirin inkarına üzülmemesi: Allah’ın Resûlü’ne (s.a.v.) kavminden görmekte olduğu bu muhalefet, onlara getirmiş olduğu bu öğütleri inkâr etmeleri çok ağır gelmiş ve onu çok üzmüştü. İşte bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: “Bu söze inanmayanların ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin!” (18\Kehf 6)
Aslında bu ve buna benzer ilahi hitaplar Resûlullah’ın ister ümmet-i davet isterse de ümmet-i icabetin genel tavır ve durumları karşısındaki duyarlılığını, insanlığın kurtuluşu hakkındaki istekliliğini ve herkese hidâyeti ulaştırma azmini göstermektedir.

6. Münafıkların mescidinde namaz kılmaması: Münafıklar Hz. Peygamber, (s.a.v.)Tebük Savaşı’na giderken o bozuk maksatları için bu mescidi yapınca, “Ya Resûlullah, biz, hastalar ile yağmurlu ve soğuk geceler sebebiyle bir mescid yaptık. Biz, senin de bizimle beraber orada namaz kılmanı ve bize, bereket ve hayır dualarda bulunmanı arzuluyoruz” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) de: “Şimdi ben, bir sefer hazırlığı içindeyim. İnşaallah, döndüğümüzde orada namaz kılarız” dedi. Hz. Peygamber (as), Tebük Savaşı’ndan dönünce, o münafıklar O’nun, yaptıkları mescide gelmesini istediler de, işte bunun üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu: “Zarar vermek, inkar etmek, müminlerin arasını ayırmak, Allah ve Peygamber’ine karşı savaşanlara daha önceden gözcülük yapmak üzere bir mescid kurup: “Biz sadece iyilik yapmak istedik” diye yemin edenlerin yalancı olduklarına şüphesiz ki Allah şahiddir. O mescide hiç girme! İlk gününden beri Allah’a karşı gelmekten sakınmak için kurulan mescidde bulunman daha uygundur. Orada, arınmak isteyen insanlar vardır. Allah, arınmak isteyenleri sever.” (9\Tevbe 107-108)

Bunun üzerine Hz. Peygamber bazı kimseleri çağırtarak: “Ehli, zalim olan o mescide gidiniz; orayı yıkıp harap ediniz” buyurdu. Onlar da, böyle yaptılar. Hz. Peygamber (s.a.s), o mescidin yerininse, içine çerçöp atılan bir yer edinilmesini emretti.

7. Müslüman fakirlerin dışlanma isteğinin kabul edilmesi: Sad ibn Ebi Vakkas şöyle anlatmış: Bu âyet-i kerime biz altı kişi hakkında indi: Ben, İbn Mesud, Suheyb, Ammar, Mikdad ve Bilal. Kureyş, Allah’ın Resûlü’ne (as): “Biz, bunlara tabi olanlar olmaya asla razı olacak değiliz. Bunları yanından kov.” dediler. Bu sözden, Allah’ın Resûlü’nün kalbine giren düşünceler (mesela onları kovacak olursa o müşriklerin İslam’a girebileceği umudu gibi) girdi de bunun üzerine Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. “Sabah akşam, Rabblerinin rızasını isteyerek O’na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki onları kovarak zulmedenlerden olasın.” (6\En’am 52)

Sonuç
Allah insanlara doğru yolu göstermek, dünya ve ahiret saadetini temin etmelerini sağlamak amacıyla peygamberler göndermiştir. “er Rabb” ismiyle önce peygamberleri sonra onlar aracılığıyla ümmetlerini terbiye etmek istemiştir. Hz. Peygamber’in “Rabbim beni terbiye etti” buyurmasından da anlaşıldığı gibi Allah ile peygamberler arasında bir eğitim ve öğretim ilişkisi vardır.

Allah’ın peygamberlerine yönelttiği uyarı ve ikazlar da işte bu eğitim faaliyeti içerisinde değerlendirilebilir. Beşer olmak yönünden insanlara eşit olan peygamberlerin de hata yapması mümkündür. Buna literatürümüzde zelle denilmiştir. Kur’an’da yer alan ve genelde peygamberlere özelde ise Hz. Muhammed’e (s.a.v.)yönelik uyarı ve ikazları ihtiva eden âyetlere itab âyetleri adı verilmiştir.

Birçoğu tartışmalı olan bir dizi olay ve bu olaylardan sonra nazil olan âyetler kimi zaman sadece Hz. Peygamber’e kimi zamanda onunla beraber diğer müminlere de bir uyarı niteliği taşıyordu. Söz konusu olaylara baktığımızda çok çeşitli toplumsal problemlerin merkezi bir konum işgal ettiğini görürüz. Örneğin Ümmü Mektum olayında bedensel engeli olan insanların toplumdaki yeri ve onlara karşı takınılacak tavır; Bedir esirleri konusunda tarihte hemen her toplumun başına gelen savaş olgusu ve savaşlarda uygulanacak yöntemler; Hz. Zeyneb ile evlilik konusunda cahiliyeden kalan bir adetin fiilen ve bizzat Hz. Peygamber tarafından ilga edilmesi gibi toplumu doğrudan ilgilendiren meseleler ele alınmıştır.

Hz. Peygamber’in itaba uğramasının çeşitli hikmetleri olduğu muhakkaktır. Konumuz açısından itab âyetlerinin hikmeti, Peygamber(ler)in “göklerin öğrencisi ve yerlerin öğretmeni” olması hasebiyle iki taraflı örnek bir eğitim ilişkisi ortaya koymasıdır. Uyarı veya itab da bu eğitim ilişkisinin olmazsa olmazıdır.
İtab âyetleri, Allah’tan peygamberlerine onlardan ise ümmetine doğru uzanan eğitim ilişkisinin bir boyutudur. Tefsir geleneğimizde bu âyetlerin iniş sebepleri ve içerdikleri uyarının mahiyeti çok tartışılmış ancak bir eğitimci gözüyle bu âyetlere bakarak eğitim ve öğretimin ilke ve metotlarına ışık tutacak yorumlar geliştirilmemiştir.

Tespitimize göre itab âyetleri peygamberlerin ismeti, masum olup olmadıkları tartışmalarının ötesinde ilk olarak eğitim bağlamında ele alınmalıdır. Bu bağlamda ele alınmasıyla ortaya çıkacak ilke ve yöntemlerden istifade ile müslüman ülkelerdeki eğitim sistemlerinde bir takım iyileştirmelere gidilebilir. Oldukça sınırlı bir şekilde ele almış olduğumuz bu konuda daha fazla çalışma yapılmasını umuyoruz.

KAYNAKÇA
• Abduh, Muhammed, Fâtiha Sûresi ve Amme Cüzü Tefsiri, çev. Ö. Aydın, İşaret Yay, 2012.
• Akgül, Muhittin, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber, İstanbul 2004.
• Arslan, İhsan, “Kur’an’da Eleştiri Kültürü: Hz. Peygamber (s.a.v.) Örneği”, EKEV Akademi Dergisi, Sayı: 48, Yaz 2011, ss. 91-106.
• Azimli, Mehmet, “Bedir Savaşı Çerçevesinde Bazı Mülahazalar”, Bilimname, Cilt: VIII, sayı: 18, 2010, ss. 7-20.
• Bakan, Tevhid, “Hz. Peygamber’in Abdullah b. Übeyy’in Cenaze Namazını Kılması”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Tetkikleri Dergisi, Sayı: 39, 2013, ss.211-240.
• Bayraklı, Bayraktar, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yay., İstanbul, 2006.
• Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin, Delâilü’n-Nübüvve, Beyrut 1988.
• Bigiyef, Musa Carullah, Kitabu’s Sünne, çev. Mehmet Görmez, Ankara Okulu Yay, Ankara, 2000.
• Çetiner, Bedrettin, Fatiha’dan Nas’a Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yay., İstanbul, 2002
• Çınar, Mahmut, “Hz. Peygamber’in Zeyneb Bint Çahş ile Evliliği Etrafındaki Şüpheler”, Diyanet İlmi Dergi, Cilt: 43, Sayı: 1, 2007, ss. 31-50.
• Demir, Recep, “İtab Ayetlerinin Şiî Yorumu: Tabatabai Örneği”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 4, 2016, s. 1047-1082.
• Derveze, Muhammed İzzet, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed, çev. Mehmet Yolcu, Düşün Yay., 2011
• Diyârbekrî, Hüseyin b. Muhammed b. el-Hasan, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs, Beyrut 1971
• Erul, Bünyamin, “Zeyd b. Hârise”, Diyanet İslam Ansk., C. 44, İstanbul, 2013.
• Gezgin, Ali Galip (2010). Kur’an’da Hz. Peygamber’e Yapılan Uyarılar, Rağbet Yay., İstanbul.
• Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamberin Savaşları, çev. Salih Tuğ, Yağmur Yay., İstanbul, 1991.
• Hudarî Bek, Muhammed, Nûru’l-Yakîn fî Sîrati Seyyidi’l-Murselîn, Mısır 1992.
• Hüseyin b. Muhammed b. el-Hasan, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs, Beyrut 1971.
• İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ İsmail, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1979.
• İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Mısır, ty.
• İbnü’l-Esîr, Abdülkerim b. Abdülvâhid, el-Kâmîl fî’t-Târîh, Beyrut ty.
• Kesler, Muhammed Fatih, “Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e Hitaplar-1”, Ankara Ünv. İFD, Cilt: 43, Sayı:2, 2002, ss. 91-119.
• Kesler, Muhammed Fatih, “Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e Hitaplar-2”, Ankara Ünv. İFD, Cilt: 44, Sayı:1, 2003, ss. 19-39.
• Râzî, Fahreddin Razî, Mefatihu’l Gayb, çev. Komisyon, Akçağ Yay., Ankara, 1988.
• Râzî, Fahreddin, İsmetü’l Enbiya, nşr. Muhammed Hicazi, Kahire, 1986.
• Sancaklı, Saffet, “Hz. Peygamber’in Bazı Nitelikleri Açısından Kur’ân-ı Kerîm’de Kendisini Uyaran Âyetlerin Analizi”, İslâmî Araştırmalar, cilt: XV, Sayı: 3, 2002, ss. 435-448.
• Süheylî, Abdurrahmân, er-Ravdu’l-Ünuf, Beyrut ty.
• Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli’l-Kur’ân, Beyrut 1988.
• Turan, Abdülbaki “Kur’an-ı Kerim’deki İtâb Âyetleri”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3, 1990, ss. 57-75.
• Vâkıdî, Kitâbü’l-Meğâzi, Beyrut 1984.
• Yiğit, İsmail “Tebük Gazvesi”, Diyanet İslam Ansk., C. 40, TDV Yay., İstanbul 2011.

Alakalı